VATAN FORUM

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
VATAN FORUM

Türkiyemiz ve Dinimiz üzerinde oynanan hain planı gazete kupürleriyle açıklıyoruz


    Ulusal Güçler'e Türk-Kürt Kardeşliği Tuzağı

    Admin
    Admin
    Admin


    Mesaj Sayısı : 1196
    Kayıt tarihi : 15/07/06

    Character sheet
    Field1: 2

    Ulusal Güçler'e Türk-Kürt Kardeşliği Tuzağı  Empty Ulusal Güçler'e Türk-Kürt Kardeşliği Tuzağı

    Mesaj tarafından Admin Ptsi 23 Ağus. - 8:10

    Ulusal Güçler'e Türk-Kürt Kardeşliği Tuzağı

    Ulusal Güçler'e Türk-Kürt Kardeşliği Tuzağı  Ileri29
    Serap Yeşiltuna*



    Kürt bölücülüğü, son beş yıl içinde özellikle Avrupa Birliği’ne uyum yasaları ile birlikte, dil hakkı, örgütlenme hakkı gibi sözde demokratik kazanımlarla, hem eylemsel hem de örgütsel anlamda önemli bir mevzi kazandı. PKK, elde ettiği belediyeler ve devlet içine sızma operasyonlarıyla birlikte silahlı saldırıların yanına siyasi manevraları da ekledi.

    PKK’nın eylemleri elbette ABD’ninkilerden bağımsız değildir. Sadece Türkiye’de değil tüm Ortadoğu coğrafyasında kullanılmak üzere teşkilatlandırılıp silahlandırılmış bir öncü kuvvetten bahsediyoruz. ABD, PKK’yı hem ajan örgüt olarak hem de askeri unsur olarak değerlendirmektedir. Geniş anlamıyla tüm bölge ülkelerinde karışıklıklar çıkaran bu öncü kuvvet dar anlamıyla Türkiye’deki operasyonlarını siyasi saldırılarla yürütmektedir. Bu öyle bir siyasi saldırıdır ki, PKK artık devlet ve orduyla pazarlığa oturan meşru bir taraf görüntüsü çizmektedir.

    PKK, bu tabloyu yaratırken elbette yalnız bırakılmamıştır. Türkiye’de terör sorunundan bağımsız bir Kürt sorunu olduğunu hükümetin sözcüsü olan Başbakan dile getirirken Amerikancı medya ve işbirlikçi aydın kadrosu da bunun ideolojik zeminini hazırlamak için çalışmaktadırlar: “PKK, aslında demokratik bir mücadele vermektedir, çünkü onu bu noktaya getiren devletin Kürtleri görmezden gelme politikasıdır.”

    Bu politikaya karşı başlatılan tartışma da var oluş ve kendini ayrı bir kimlik olarak kabul ettirme çabası üzerinden yürümektedir. En az silahlı eylemler kadar tehlikeli olan bu psikolojik savaş PKK’yı kullandığı yöntemler açısından yanlış ama ideolojik olarak doğru olduğu noktasına getirmektedir. Bu nedenle öncelikli hedefimiz PKK’yı değil, bu psikolojik savaşı ve “Kürt kimliği” propagandasını bitirmek olmalıdır.

    Bu psikolojik savaşın Atatürkçüler için hazırlanmış pek çok türevi vardır. Hem “ulusal solcu” aydınlar hem de “Atatürkçü kanaat önderleri” tarafından piyasaya sürülen yanlış tez ve yaygın fikirler de hem Altı Ok’u yok etmeye, hem de ulusal solcuları pasifize etmeye yöneliktir.

    Türkiyelilik, Milliyetçiliği ve Türklüğü Yok Etmektir

    Öncelikli olarak Atatürkçülüğün millet kavramının içi boşaltılmakta, milliyetçilik ırkçı bir ideolojiye dönüştürülmekte ve Türklüğün yeri, “Türkiyelilik”, “anayasal vatandaşlık”, “Anadoluluk” gibi kavramlarla doldurulmaktadır.

    Bir ulus devlet üzerinde farklı ırksal, etnik, dilsel ve dinsel kökenlerden halk toplulukları barınabilir ancak bunlar bir arada yaşayarak ortak bir medeniyet yaratırlar ve bu farklı özellikler zamanla erir. Kader birliği içinde tek bir kimlik etrafında birleşirler.

    Emperyalist baskılara karşı, adını aldığı ulusla konumlanan ulus devleti parçalamanın en kolay yöntemi de bu etnik kimlikleri harekete geçirerek yavaş yavaş ulusun kendisinden ayırmaktır. Kürtler üzerinde oynanan oyun budur. Türk ulusundan farklı bir Kürt ulusu yaratarak önce Türk ve Kürtleri birbirinden ayırmak, sonrasında da Türklüğü ve Kürtlüğü, kültürel çeşitliliğin unsurları olan ayrı ırklar haline dönüştürmek.

    Kültürel çeşitlilik, toplumu birleştiren değil ayrıştıran bir kavramdır. Mozaik toplum teorilerini ortaya atanlar, aynılıklara değil farklılıklara vurgu yaparak Türk tanımının içini boşaltmakta, onu sadece ırksal bir unsura dönüştürmektedir. “Türk” bir ırka dönüşünce diğer ırklara da ayrıca vurgu yapılır ve Türklerin yaşadığı bu coğrafya birdenbire “Türkiyeliler”in yaşadığı bir yer, Türk toplumu da mozaik bir toplum haline geliverir.

    Toplumu mozaiğe dönüştürdüğünüzde onu çeşitli parçalara ayırmak kolaylaşır. Bu mozaiğin içinde ayrı bir “Kürt kimliği” yaratanlar bilerek ya da bilmeyerek bölünmenin önünü açmaktadır. Çünkü, Kürt kimliği ve Kürtlük bölücü terörle iç içe geçmiştir. Zaten milli kimliği değil, etnik kimlikleri ön plana çıkarmanın arkasında yatan da budur.

    Kimse durup dururken “Kürtler görmezden gelindi”, “TC devleti Kürtleri dışladı”, “Kürtler hep öteki olarak algılandı” naralarını boşuna atmaz. Bu ülkede Kürtler, milletvekili de oldu, Başbakan da oldu, Cumhurbaşkanı da oldu. Kimseye Kürt olduğu için farklı davranılmadı ancak bunun için tek bir kıstas vardı: Kendine “Türk” demek, doğal bir işleyişte bu toplumun bir parçası olduğunu kabul etmek.

    Bugün, “ben Türk değil Kürdüm” demenin propagandasını yapan ve yaptıranlar da bu kabul edilmenin, doğal işleyişin farkındadır. Yapılmaya çalışılan bu doğal işleyişi suni kimlik ve suni Kürtlük tezleriyle işlemez hale getirmek, Türk yurdunda Türkleri ezen Kürtleri de ezilen durumuna düşürmektir. Sonrasında da ezilen Kürtler söylemi üzerinden demokratikleşme tartışmalarını başlatarak, kullanılmayan bir dili kullanılır hale getirmek, olmayan bir milletten suni bir devlet yaratmaktır.

    Kürt-Türk Kardeşliği Kısa Vadeli Bir Birlikteliktir

    Kürtler ya bu oyunun içinde yer alırlar ya da bu topluma entegre olma şansını bir kez daha gözden geçirirler. “Ben bölünmeye karşıyım ama farklıyım” fikrini savunmak net olarak bu oyunun içinde yer almaktır. Çünkü, Kürt bölücülüğü üzerinden bir ayaklanma başlatılacak ise, bu ayaklanmada kullanılacak olanlar Kürtçü militanlar değil, kendilerini Kürt olarak ifade eden sıradan vatandaşlar olacaktır.

    Bu vatandaşlar sıradan Türklere çok masum görünebilir ama en iyi niyetlisinin bile yaptığı siz-biz ayrımı, o sıradan Kürtleri sıradışı bir ayaklanmanın karşı tarafı durumuna getirecektir. O nedenle “iyi niyetli Kürt” şeklinde bir ifade, çok iyi niyetli ama siyasi olarak yanlış bir tanımlamadır. Bu ortamda en iyi niyetli tavır “Ne mutlu Türküm diyene” diyebilmektir.

    Bugün, yine bazı iyi niyetli Atatürkçüler ve hatta bir kısım “milliyetçi” çevreler, “Kürt kardeşlerimiz”le bizi birbirimize düşürdüklerini, bu oyuna gelmemek için de PKK ile Kürtleri birbirinden ayırmak gerektiğini savunuyorlar.

    Kardeşlik aynı aileyi ana-baba bilmenin adıdır. Siyasi olarak da, aynı topraklara vatan demek aynı dili konuşmak, aynı tarihe sahip çıkmaktır. Eğer birileri, “benim vatanım farklı, dilim farklı, kültürüm farklı, tarihim farklı ama ben gene de bu devletin vatandaşıyım ve silahla bölünmeye-PKK’ya karşıyım” diyorsa burada kardeşlikten değil ancak yolları önünde sonunda ayrılacak sıradan bir birliktelikten söz edilebilir.

    Bu birliktelik kısa vadelidir ve saflar kesin olarak netleştiğinde yollar ayrılacaktır. Bu birlikteliği ideolojik bir söyleme dönüştürerek Türk-Kürt kardeşliğinden bahsetmek, bu nedenle hem kaçamak bir tavırdır hem de siyasi bilinç eksikliğinden ve gerçekler üzerinden politika yapmamaktan kaynaklanır.

    Türkiye, iç çatışmanın arifesinde ve bölünmenin eşiğindeyken doğru politika tek bir ulus kimliğine gönderme yapmaktır. Türkün Türk’ten başka kardeşi yoktur, çünkü böyle bir ortamda, Türklük siyasi bir tercihtir. Kafatasıyla değil kafayla ilgilidir.

    “Kürt Kimliği”nden “Kürt Sorunu”na

    Silaha ilk sarıldığı yıllardan itibaren, PKK’nın en önemli hedeflerinden biri, farklı Kürt kimliği ile birlikte bir “Kürt Sorunu” olduğu tezini de kabul ettirmekti. Oysa Kürt sorunu toplumsal bir mesele değil siyasi bir dayatmaydı. Aslolan Kürt yaratma sorunuydu. Toplumu bölmek ve ayaklandırmak için Kürtlük yaratılacak, “Kürtlerin ekonomik olarak ezildiği, dışlandığı, yok sayıldığı” söylemleri üzerinden “sorun” yaratılacaktı.

    Hatırlarsak, Başbakanın Kürt sorununu kabul etmesi en çok Apo’yu sevindirmişti çünkü kendisi içeride olduğu halde fikirleri dışarıdaydı. Bir yandan çok toplumsal bir Kürt sorunundan bahsediliyor, diğer yandan da devletin tüm kademelerinde yer alan, en önemli stratejik merkezlerde yaşayan, tüm ekonomik hayatı yönlendiren Kürtler, hükümetin tüm söylemlerini yönlendiriyordu. Bu “Amerikan rüyası” ortada yalnızca Kürt olduğunun göstergesidir, sorun olduğunun değil.

    Devlet ve genel kamuoyu, “ayrı kimlikleri ve sorunları” olduğunu kabul ettiği için her gün onlarca iyi niyetli Kürt ayaklanma kervanına katılıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi bugün de Türk milletinin bir “asayiş” sorunu vardır. Üstelik yalnızca Doğu ve Güneydoğu bölgelerini tehdit eden değil, büyük şehir merkezleri başta olmak üzere, ülke geneline yayılmış bir asayiş sorunudur bu. Bu asayişsizlikle mücadele yalnızca silahla değil, terörü yaratanların siyasi saldırılarını da püskürtmekle olur.

    “Kürt sorunu” özetle, devletin yarattığı, Kürtlere uygulanan baskı ve zulmün neticesinde ortaya çıkmış, ekonomik ve sosyolojik bir sorun değil, bizzat emperyalizmin yarattığı suni bir meseledir. Çözümü de o nedenle, bölgesel kalkınma ya da ekonomik yardımlar değil, direkt olarak emperyalist tezlerin çürütülmesidir.

    Özgürlük Tanımak Bölücülüğü Azaltmaz Besler

    Bugün en yaygın söylemlerden biri de Kürtlere özgürlük tanınırsa bölücülük ve terör tehlikesinin ortadan kalkacağıdır. Dünyanın hiçbir yerinde terör örgütlerinin amacı salt terör yaratmak değildir. Terör isteklerini silah yoluyla kabul ettirebilmenin yöntemidir. İsteklerini kabul ettirebildiği ölçüde de silaha ihtiyacı kalmaz.

    Yani özgürlük tanımak, yayın hakkı, dil hakkı, örgütlenme hakkı tanımak, Kürtleri ayrı bir halk olarak kabul etmekse eğer, bunlar zaten PKK’nın istekleridir. Özgürlük tanıma adına, özerklik de verirsiniz, ayrı devlet de kurdurursunuz. Özgürlüğün sınırı yoktur; bu bir.

    Asıl önemli olan şudur ki, özgürlük verilince terör sorununun biteceği tezleri çökmüştür. AB’ye uyum sürecinde, Kürtçe kursları açılmış, Kürtçe yayın yapan televizyonlar kurulmuş, Kürtlük propagandası, hatta açıktan PKK propagandası serbest bırakılmıştır. Belediye Başkanlıkları adeta ayrı bir devlet gibi çalışmaktadır. Cenaze törenleri gövde gösterilerine dönüştürülüp, “Kürdistan” bayrakları açılırken, Apo posterleri meydanlarda boy gösterirken güvenlik güçleri “demokratik” tavır almakta, bu özgürlük ortamını seyretmektedir.

    Yani birilerinin dayattığı özgürlük ortamı zaten yaşanıyor. “Kürt aydınlar”, istediklerini yazıp çiziyor, tüm üniversiteler demokratik olarak bu meseleyi tartışıyor. İddia edilene göre böyle bir ortamda terör sorununun ve Kürt bölücülüğünün ortadan kalkmış olması gerekiyordu.

    Ancak ilginçtir ki, PKK’nın ülke genelinde en fazla silahlandığı ve ayaklandığı bir dönemi yaşıyoruz. Her gün yeni bir bombalama eylemiyle, silahlı saldırıyla karşılaşıyoruz. Diyarbakır ve İstanbul’da yaşanan son ayaklanma provaları da artık gösteriyor ki, ne kadar özgürlük verilirse bölünmenin önü o kadar açılıyor.

    Çünkü “özgürlükçüler”in unuttuğu bir şey var: PKK’nın ve ABD’nin nihai hedefi, Kürtlere hak tanınmasını sağlamak değil, Türkiye’yi bölerek bir Kürt devleti kurmak. Bu nihai hedefe ulaşmadan da, terörün önünü kesemezsiniz. Tanıdığınız hak ve ayrıcalıklar ancak PKK’nın işini kolaylaştırıp, silahsız ve pasif destekçilerin sayısının artmasına, militan kadroya eklemlenmesine yol açar.

    Sağduyulu Olmak Kaderine Razı Olmaktır

    Bugün Başbakan, devlet bürokrasisi, “Kürt aydınları”, “demokratik kitle örgütleri”, “arabulucu medya” elbirliği ile PKK’ya masaya oturalım, silah bırak çağrısı yapıyor. Bunun anlamı nettir: Pazarlık yapalım, isteklerinizi kabul edelim, silaha ihtiyacınız kalmasın!

    Bunun sonucunda artık “Kürt militanlar” meydanlara çıktıklarında kurşunlanmayacaklarını, gösteri noktaları haline getirdikleri cenaze törenlerinde emniyet güçlerinin kendilerine “sağduyu” ile yaklaşacaklarını biliyorlar. Bu çok demokratik ortamda Türk milletine yapılan çağrı da devletinkiyle aynıdır: “Siz de sağduyulu olun ki Türkiye’yi kardeş kavgasından uzak tutalım.”

    Sağduyulu olmanın anlamı ise iç savaş çıkmasın diye Türkiye’yi böldürtmek, “Irak”laştırmaktır. İç savaş çıkmasın diyenler, Irak’ta Sünni Müslümanları, Türkiye’de de Atatürkçüleri susturmaya çalışıyor. Bu, tüm Ortadoğu coğrafyasındaki ABD stratejisidir: Önce Sünni Müslümanların, arkasından da sağduyulu Türk milletinin, ulusalcıların yok edilmesiyle sonuçlanacaktır. Kardeş kavgasına karşı sağduyu, bugün 2 milyon olan bu nüfusu, yarın 20 milyon olarak üzerimize salmalarına izin vermektir.

    ABD, Türkiye’deki milliyetçi yükselişten korkuyor. Hükümet korkuyor. Medya korkuyor. Bunu susturmak için de toplumun milliyetçilerini fevri davranmakla suçluyor ya da tavır almasının önüne geçmeye çalışıyorlar. Türk milliyetçiliğinin Kürt milliyetçiliğini beslediğini, Türkler susturulmadan da Kürtleri susturamayacaklarını iddia ediyorlar.

    Sağduyulu olmaktan kastettikleri Türk bayrakları yerlerde sürüklenirken “Kürdistan” bayraklarının dalgalanmasına seyirci kalacak bir halk yaratmak.

    Ancak Türk milleti buna izin vermiyor ve tepki koyuyor. Başta Bozüyük olmak üzere Türkiye’nin pek çok yerinde bölücülerin ayaklanma girişimlerine gereken cevap verildi.

    Ancak bunlar da PKK’nın provokasyonları ya da bir grup MHP’linin eylemleri olarak gösterildi. Bunun sebebi açıktır: “Tepki koyanlar yalnızca marjinal gruplardır, en iyisi sessiz kalın, ‘sağduyulu’ olun ve bölünmeyi seyredin.”

    Şunu unutmamak gerekiyor: Türk milliyetçiliği “Kürt milliyetçiliğini” tırmandıran bir yükseliş değil, aksine Kürt bölücülüğünün etkisiyle su yüzüne çıkan doğal bir reflekstir. Vatandaşın bayrak asması, bayraklarla meydanlara taşınması provokasyon değil, provokasyonu başlatanlara gözdağı vermektir.

    Resmi İdeoloji ile Hesaplaşma: Atatürkçülüğün Tasfiyesi

    Tanımı gereği siyasi iktidarla iyi geçinememesi gereken, “siyasi iktidarın karşısında yer alması beklenen entelektüel kadrolar” da bugün tam tersine, konferanslarıyla, köşe yazılarıyla, üniversiteleri kullanarak hükümetin tezlerini meşrulaştırmaya ve halkı ikna etmeye çalışıyorlar.

    Dayattıkları ise farklı bir Kürt kimliği yaratarak, resmi ideolojiyi eleştirmek adına Amerikan resmi ideolojisini Türk milletine kabul ettirmek. Atatürk’ün ulus tanımını, Türk kimliği tanımını alt üst ederek, mevcut Türk nüfusunu ideolojik olarak azaltmak için alt ve üst kimlikler yaratmaktır.

    Ancak amaç iki ayrı kimlik yaratmak da değil üst kimlik dedikleri şeyi de zaman içerisinde unutturarak Türk nüfusu “Kürtleştirmek”tir.

    Bu çok entelektüel çevreler bugün resmi ideolojiyle hesaplaşıyorlar, çünkü esas amaçları Atatürk dönemi politikalarla ve Atatürkçülüğün kendisiyle hesaplaşmaktır.

    O dönem uygulanan politikaların, bugün Kürt meselesini çözmenin en iyi yöntemlerinden biri olduğunu “Atatürkçülerden” çok daha iyi biliyorlar ve korkuyorlar. Şeyh Sait İsyanı, Ağrı Ayaklanmaları, Dersim İsyanı, bugün birilerinin önerdiği gibi sağduyu ile çözülmedi. Silahın olduğu yerde silahlı çözüm vardı ve ayaklananlarla onların elebaşları İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak idam edildiler. Hiçbiri de bugün kahraman değildir!

    Atatürk, salt askeri yöntemlerle de yetinmedi. Bölünmenin önünü açacak tüm sosyal ve idari önlemler alındı. O dönem İngilizlerin desteklediği Kürtçülükle mücadele etmek için “Kürtlüğün” önüne geçmek, Kürtlüğü Türk toplumu içinde eritmek gerekiyordu.

    Çeşitli iskan politikalarıyla, Türkçe konuşma kampanyaları, Türkçe dışındaki dillerin bürokrasi içinde yasaklanmasıyla, soyadı kanunuyla, Türklük aşılanmaya çalışılıyor, etnik kimlikler beslenmek yerine toplum içinde eriyordu.

    Alınan tedbirler, hem hızla Kürtleşen Türkleri özlerine döndürmeye, hem de Kürtleri toplum içinde eritmeye ve Kürt aşiretlerinin ekonomik varlıklarının önünü kesmeye yönelikti. Yani TÜRKSOLU’nun önermiş olduğu “Türklüğü koruma politikalarının” 1920 ve 1930’lardaki pratiğiydi.

    Atatürk savaşların cephelerin gerisindekilerle kazanılacağını çok iyi biliyordu. O nedenle, bölücülüğün aktif örgütleyicileriyle birlikte pasif destekçilerini de yok etmeye çalışmış cephe gerisindekileri en başından diskalifiye etmiştir, O nedenle, yükselen Kürtlük bilinciyle mücadele etmek, Türk kimliğine vurgu yapmak ve Türklük dışında herhangi bir kimliği kabul etmemek, faşizan ve baskıcı bir uygulama değil, Atatürkçü bir çözümdür.

    Temiz Toplum İsteyenler Ordu’ya Sahip Çıksın

    Türk ulusu düşmanının kim olduğunu ve bu düşmanın açtığı cepheleri doğru tespit etmek durumundadır. Düşman Şemdinli’de “Susurluk” arayanların iddia ettiği gibi Türk Ordusu, Jandarma değildir. Düşmanın ABD, silahının PKK, açtığı cephelerin de devlet ve bürokrasinin merkezinde olduğunu görelim ve buna göre oynayalım.

    Şemdinli’de ilk ateş emrini verenler, tüm tutarsız söylemleri, hukuksuz iddiaları ve mantıkdışı açıklamalarıyla hedef olarak Türk Ordusu’nu belirlemiş ve Türk subaylarını savaş suçlusu ilan etmişlerdir.

    Bu “çamur at izi kalsın” düzeyinde basit bir psikolojik savaştır. Normal koşullarda da bir devlet bu türden bir saldırıya izin vermeyeceği gibi kendini koruyacağı mekanizmalarını anında devreye sokar. Bu psikolojik savaşa karşı hem kontrsavaş ilan edilir ve gerçek suçlular ortaya konur, hem de Ordu’yu koruyup güçlendirecek yöntemler seçilir.

    Karşı tarafın basındaki ve siyasi partiler içindeki, devlet içindeki sözcüleri misyonlarını yerine getirmek için Ordu’ya karşı karalama kampanyası ve temiz toplum naraları atarlar ki bu olması gerekendir.

    Devletin mekanizmaları işlemediğinde Atatürkçülerin yapacağı şey ise, PKK ve ABD’ye karşı net olarak Ordu’ya sahip çıkmak, hatta ordunun elini güçlendirecek eylemleri desteklemektir.

    Yani yöntem, Cumhuriyet gazetesi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin yaptığı gibi bu bölücüler kervanına katılmak değil, devleti ve orduyu halk eliyle güçlendirmektir.

    Türk ulusu “Ordu göreve” diyebildiği, “derin devletimi geri istiyorum” diyebildiği ölçüde cepheyi destekler. Bunun dışındaki söylem ve yöntemler karşı tarafın istekleridir.

    Çözüm “suçlular bulunsun” çağrıları yapmak değil, aksine 1930’larda Kürt isyanlarına karşı geliştirilen “isyan mıntıkasında askeri kuvvetlerin ve devlet memurlarının işlediği ef’allerin suç sayılmayacağı” hakkında çıkan kanunlar türünden uygulamaları desteklemektir.

    Ulusal solcular için bugün en iyi niyetli strateji, Türklüğü koruma stratejisidir. Bu strateji, iç savaşı körükleyen bir strateji değil, iç savaş çağrısı yapanların örgütlenme propagandalarını alt üst edecek bir ön tedbirdir sadece.

    Çünkü, “Masum Kürtler”, artık yalnızca dağlarda değil ayaklanmanın çıktığı her yerdedir. Hem Şemdinli’de, Diyarbakır’da, İstanbul’dadır hem de meydanlarda, üniversitelerde, “bilimsel” toplantılarda, meclis kürsülerinde, Güneydoğulu Belediye Başkanlarının emri altındadır.

    Kısacası Türk milletinin üzerine salınacağı anı beklediği her yerdedir. Üstelik bölücülüğün öncü kuvvetleri dağ kadroları değil, şehirlerdeki kadınlar ve “Kürtlük” bilinciyle yetişen çocuklardır!

    Devletin uygulayacağı çözüm basittir aslında. PKK’yı bitirmek için hem yasal dayanağı hem de askeri gücü var. Mesele ABD’yle karşı karşıya kalmayı göze alıp almayacağı ile ilgili.

    Bu politikalar siyasilerin ve Ordu’nun inisiyatifinde. Ancak Türk milleti de kendi inisiyatifini yaratmak durumunda. “Kürtlüğü” ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak besleyen tüm fikirlerle ve uygulamalarla mücadele etmek gerekiyor.

    Bugün yükselişte olan Amerikancılıktır, ulusalcılık değil, ulusalcılığı bastırma girişimidir. Yükselişte olan, ulusu reddeden, yok eden anlayışın ulusal solun içine sızarak, içeriden tahta kurdu gibi kemire kemire eritip içini boşaltmasıdır. İçini doğru tanım ve fikirlerle doldurmak durumundayız.

    Türkiye’nin, gazete köşelerini, televizyon ekranlarını tutmuş ve üniversitelerini ele geçirmiş “entelektüellere” yanıt verebilecek “devlet aydınlarına” ihtiyacı var.

    Bayrağı eline alıp sokağa çıkacak, İstiklal Marşı’nı dillendirecek “kadın ve çocuklara” ihtiyacı var.

    Türklük bilincini her dem akılda tutmayı sağlayacak milli heyecana ihtiyacı var.

    Çünkü, bu milli heyecan, ayaklanmayı kışkırtıcı değil, ayaklanma çıkartacak olanları caydıracak bir önlemdir.

    * İstanbul Üniversitesi yükseklisans öğrencisi


    http://ileri.turksolu.org/29/yesiltuna29.htm

      Forum Saati Salı 14 Mayıs - 14:49