İçimizdeki PKK’lılar Barış arayan etnik teröristler Ankara’nın göbeğinde, en lüks otel salonlarında “Sayın Öcalan”lı bir “Kürt Konferansı” daha düzenlendi. Bu sefer konferansın adı “Türkiye Barışını Arıyor.” Ancak konferansa katılanlar Türk ve Türkiye kelimesiyle uzaktan yakından alakası olmayan kesimler. DTP yöneticileri, “Kürtçe”yi zorunlu kılan malum belediye başkanları, terör ve bölücülük suçlarından hüküm giymiş bazı “aydın”lar, Meclis’teki tüm partilerden bir kısım Güneydoğu milletvekilleri, PKK taşeronu “sivil toplum örgütleri”, Doğan, Ciner ve Karamehmet’in gazetelerinde yüksek maaşlı kadroları bölücülük konusuna tahsis edilmiş “muhalif yazarlar”, her fırsatta Apo posterleriyle yürüyen, büyük medyanın ve PKK’nın “barış anaları” ismi taktığı teröristlerin anneleri, Kürtçe konuşmak ve yazmaktan aciz büyük “Kürt edebiyatçısı”, Nobel fakiri Yaşar Kemal ve daha niceleri… Fakat haksızlık yapmayalım. Konferansı esas yıldızı bir eski “devlet görevlisi”: Emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş. Mitçi Cevat Bey konferansta hiç konuşmadı ama basında günlerce süren kampanyada adeta konferansın resmi sözcüsü gibi sivrildi. Bu eski MİT’çiye ve söylediklerine geri döneceğiz. Ancak önce, başkentin göbeğinde, tüm medya ve mülki amirlerin gözü önünde yapılan bu “Barış Konferansını” irdelemek şart.
Yaz aylarında Türk Ordusu’nun K. Irak’a girme olasılığı kaçınılmaz bir hale gelince ABD ve PKK yeni bir strateji geliştirdi. PKK bir anda “ateşkes” ilan etti. Teröristler terör eylemlerine devam etmekle beraber “karşılıklı silah bırakma” çağrısı yaparak Türk Ordusu’nun K. Irak’a girişini engellemeyi hedefledi. Bu çağrı ABD’nin PKK’ya verdiği en son talimatın sonucuydu. Zaten ABD “ateşkes fırsatının” değerlendirilmesi için resmen Türk devletine çağrıda bulundu. Böylelikle Türkiye’nin PKK’yla masaya oturtulması için ABD baskısının ilk resmi adımı atılmış oldu. Tayyip Erdoğan da “Onlar saldırmazsa biz de sebepsiz yere operasyon düzenlemeyiz” diyerek resmen PKK’yı ve “ateşkesini” tanımış oldu. PKK ise İmralı’dan verilen karar çerçevesinde alınan “ateşkes” koşullarını deklare etti. Ayrıca PKK, DTP’ye ve kendine bağlı yasal kılıflı kurumlara da uyarı gönderdi. “Bu sefer iyi kamuoyu çalışması yapılması, sivil toplum örgütleri, aydınlar ve mümkünse hükümet temsilcileriyle ortak görüşmelerin ve ‘barış konferanslarının’ düzenlenmesi, şehirlerde ise ‘barış serhildanlarının’ devam ettirilmesi” talimatı PKK’nın yayın organı Gündem gazetesinde yeni dönemin yönelim talimatları olarak duyuruldu. Açıkça ortadadır ki, Ankara’da düzenlenen konferans PKK’nın konferansıdır. Hatta PKK’nın verdiği “Yaşar Kemal, Sezen Aksu gibi ünlü sanatçılar ve aydınlar dolaylı sözcü ve aracılarımız olsun” kararı dahi bu konferansta birebir uygulanmıştır. Konferansın açılışı ve kapanışını Yaşar Kemal yaptı. Yaşar Kemal PKK’lı teröristleri yücelterek, “yıllarca gerillaya terörist dedik” dediği açılış konuşmasında “kendi halkına savaş açtı” suçlamasıyla Türk devletini de açıkça işgalci ilan etti. Konferans bir örgüt disiplin içinde geçti. Konuşma yapan herkes “barış anası” denilen PKK’lı teröristlerin annelerinin elini öptü, bu şahıslar da el öpenlere karanfil ve beyaz tülbent verdi. Konferansın sonucunda kararlar alındı. “Sonuç bildirgesi” denen kararlar PKK’nın ilan ettiği “ateşkes şartlarıyla” birebir aynıydı. “Siyasi, ekonomik, kültürel ve medya alanına yönelik öneriler” diye dört kategori altında sıralanan kararlar açıkça PKK’nın asgari programını yansıtmaktadır. ABD, TÜSİAD, AKP ve PKK yeni anayasa yazdılar Federatif bir yapı ve yeni bir anayasayı temel alan öneriler Apo konusuna da özel olarak eğiliyor. Büyük medyanın sevinerek “Galiba PKK’yı Apo’ya aftan vazgeçirdik” diye duyurduğu “Toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katılımı sağlayacak, planlanmış ve kamuoyu vicdanını rencide etmeyecek bir siyasi af veya demokratik katılım programı yürürlüğe konmalıdır” kararı, aslında PKK jargonunda Apo’nun serbest bırakılması anlamına geliyor. PKK Apo’yu serbest bırakmayan her türlü genel siyasi affa bile karşı çıkıyor. Kendi siyasi müttefiklerinden bile gelse aksi önerileri “Kürt halkını rencide edici” nitelikte bulduklarını defalarca deklere ettiler. Kararlar Güneydoğu için tam anlamıyla ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri otonomi içeren bir anayasal değişikliği öngörüyor. Atatürk’ün 1923 yılında Kürtlük kavramını ve Kürt özerkliğini reddetmek için söylediği sözler ise, sansürlenerek ve çarpıtılarak Perinçek’in yıllardır öne sürdüğü şekilde federatif yapı için tekrar gerekçe yapılıyor. Bu konferansın bundan öncekilerden farklı olarak önemli bir sonucu oldu. Konferansın bitmesinin hemen ardından TÜSİAD Başkanı Sabancı büyük medyanın “son uyarı” olarak duyurduğu bir açıklama yaptı. Bu muhtıraya göre Türkiye 12 Eylül Anayasası’nı hemen kaldırmalı, Anayasa’daki vatandaşlık kavramı yeniden tanımlanmalı, Kürtçe eğitim seçmeli olarak başlatılmalıdır. TÜSİAD’ın 12 Eylül Anayasası’na karşı olmadığı açık. TÜSİAD 12 Eylül Anayasası hazırlanabilsin diye ABD ile birlikte Türkiye’nin en kanlı faşist yönetiminin kurulması için canla başla çalışmıştı. Onların karşı olduğu, Anayasa’nın değiştirilmesi mümkün olmayan ilk üç maddesi ve Atatürk Cumhuriyeti’ni koruyan ve temsil eden diğer maddeler. Anayasanın değiştirilmesini ve Türklük kavramının yerine “Türkiyelilik” veya “anayasal vatandaşlık” kavramlarının getirilmesini isteyen ve bunu defalarca deklere eden bir diğer isim ise Başbakan Tayyip Erdoğan. Böylelikle ABD, TÜSİAD, AKP ve PKK “yeni anayasa” bayrağı altında Türkiye’yi bölmek ve Cumhuriyet’i yıkmak için açık bir siyasi deklarasyonda bulunmuş oldular. Bu ortak deklarasyon artık formal bir metine dönüşmek üzere. Konferansın sözcüsü AKP’nin MİT’çisi Tam da bu noktada kendini devletin sözcüsü ilan eden isimler ortaya çıkmaktadır. PKK’nın örgütlediği konferansa katılan eski MİT’çi Öneş tüm konferans boyunca, susarak not aldı. Büyük medya Öneş’i toplantıda AKP hükümetinin gayri resmi temsilcisi olarak değerlendirdi ve bunu sevinçle karşıladı. Toplantı boyunca sahneyi Yaşar Kemal ve diğerlerine bırakan MİT’çi Öneş konferans biter bitmez kendisine yüklenen misyon çerçevesinde sahneye çıktı. Öneş “Devlet olarak özeleştiri yapmalıyız” diyerek yaptığı çıkışla günlerce medyayı işgal etti. Öneş’e göre Türkiye Cumhuriyeti “asimilasyoncu” politikalarla tüm sorunları yaratmıştı. Bunun özeleştirisini şimdi kendisi vermekteydi. Öneş adeta konferans tarafından resmi sözcü ve arabulucu olarak atanmış gibi konferansın kararlarını “yıllarca terörle mücadele etmiş, devlet adına konuşan ve özeleştiri veren” isim olarak savundu. Bu ise toplantının örgüt disiplini içinde yapıldığını çok iyi gösteriyor. Konferansa katılan milletvekili, büyük medya yazarı veya eski MİT’çi kim olursa olsun toplantı biter bitmez kendi platformu ve köşelerinde kararları ve konferansı tanıtıp savundular. MİT’çi Öneş ise daha ileri gitti. Kendine devlet adına özeleştiri verme yetkisi veren Öneş, yine sanki Meclis’in, Anayasa Mahkemesi’nin ve Cumhurbaşkanı yetkilerini elinde toplamış gibi Cumhuriyet’i ve Anayasa’yı resmen ayaklar altına alan yeni bir idare şekli ve anayasa önerdi. Öneş’e göre devlet şeklen PKK’yla görüşemez olsa bile, “Kürt siyasi hareketinden ortaya çıkan” legal alandaki siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, “Türkiye Barışını Arıyor” konferansının düzenlenmesinde görev olan organizasyonlar gibi kurumları muhatap alınabilir. Böylelikle Öneş resmen PKK’yla arabuluculuk görevi üstlendiğini deklere etmiş oldu. Türk devletini temsil ettiğini iddia eden bu şahıs ancak ABD ve AKP’yi temsil edebilir. Ancak bu bile Türkiye’nin büyük bir dayatmayla karşı karşıya olduğunu göstermeye yeter. MİT’çi Öneş PKK, TÜSİAD ve konferans kararlarından adeta kelime kelime aktararak kendi çözüm önerilerini şöyle sıralıyor: Anayasa’nın değiştirilmesi, Anayasa’nın 66. maddesindeki Türklük tanımının kaldırılması, Türk kavramı yerine yurtseverlik kavramının getirilmesi ve Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışının terk edilmesi… “Efsane komutan”a bak Türkiye yeni bir döneme girdi. Bir takım isimler ortaya çıkıyor. “Ben teröre karşı yıllarca devlet adına mücadele ettim ama bu iş olmaz. Gelin beni dinleyin!” diye ABD ve PKK taleplerini Türk devletine ve milletine dayatıyor. Hiçbir resmi kurum da ortaya çıkıp “Bu şahıs bizi temsil etmez, dediklerini de kınıyoruz” diyemiyor. Türk milleti bu tuzağa düşmez. Teröre karşı mücadeleyi de, Kıbrıs Barış Harekatı’nı da, Kurtuluş Savaşı’nı da biz milletçe verdik. Kimse milletin bu uğurda dökülen kanını kendi sermayesine katıp, Türk milletinin iradesi ve egemenliğini yok etmeye kalkamaz. Emniyet eski Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı olan, ancak kamuoyunun daha çok Kürt aşiretleri ve Kürt mafyasıyla çevrilen bir kısım karanlık ticari ve siyasi komployla tanıdığı ABD’nin “dokunulmazı” Mehmet Ağar bu yeni kervanın başını çekiyor. “Teröristlerle ben savaştım, siyasi riskini ben alırım” diyerek PKK’lıları düz ovada beraber siyaset yapmaya ve keklik avlamaya çağırıyor. Zaten şimdiden gazeteler teröristbaşı Öcalan ile Mehmet Ağar arasındaki iltifatlardan geçilmiyor. Teröre karşı mücadele edenleri karalamaktan başka hiçbir zaman TSK’nın komutanları ve neferleri hakkında haber yapmayan büyük medya ise ne hikmetse son iki yıldır bir “efsane komutan” keşfetti. Herkesin büyük hayranlığını toplayan Osman Pamukoğlu nedense on binlerce komutan, subay, astsubay ve er arasında seçildi ve Doğan Medya tarafından teröre karşı mücadelenin sembol ismi seçildi. Biz de merakla bakalım bu işin sonu ne olacak diye bekledik. Bu öyle bir “efsane komutan” ki röportajlarında terör örgütünü “Partiya Karkeran Kürdistan” ismiyle anıyor. PKK’nın artık bir halk hareketi haline geldiğini, teröre karşı mücadelenin çok daha zor olduğunu ve artık yenilgiyle sonuçlanabileceğini savunuyor. Kendisi hariç tüm komutanları neredeyse adeta hainlikle, Türk Ordusu’nu ise acizlikle suçluyor. İstiklâl Savaşı kahramanlarına “höst dürzü, vatan haini” gibi hakaretler ediyor. TSK’nın pek çok mensubuyla davalık oluyor. Anı kitabında İran’a karşı “Niçin sınır ötesi operasyon yapmadık” diyecek kadar radikal fikirler savunan “efsane komutan”, Türk Ordusu’nun bugün K. Irak’a girmesini ve Kerkük’e müdahalesini ise intihar olarak nitelendiriyor. “Türk Ordusu batağa saplanır”, “işgalci konumuna girer”, “bedelini çok ağır öder” sözlerini Apo’dan, Barzani’den ve Talabani’den defalarca duymuştuk. Eskiden kamuoyunu uyutmak için “Bak şu küstaha, nasıl konuşuyor?” manşetleri atan gazeteler, aynı cümleler birebir aynı kelimelerle “efsane komutan” tarafından tekrarlanınca, “Helâl komutana! Ordu aptallık yapma, efsane komutanı dinle!” yaygaraları koparıyor. 30 yıldır terörü bitirtmeyen içimizdeki PKK’lılar Kısacası “30 yıldır terörü bitirmedik, bir de “ver kurtul” yolunu deneyelim” kampanyası büyük bir yüzsüzlükle yürütülüyor. Türk halkı yılgınlık ve teslimiyete sürüklenmek isteniyor. Birileri de sanki teröre karşı mücadele etmek bir kahramanlık ve azizlik payesiymiş gibi ortaya çıkıyor ve “teröristlere kan kusturan” komutan, emniyetçi etiketiyle bu kampanyanın sözcülüğünü üstleniyor. Bölücülere karşı mücadele dahil her türlü vatan savunması bir meziyet değil, her Türk için bir görev ve zorunluluktur. Binlerce şehit ve gazi en doğal milli duygularla bu görevi yerine getirdi. General veya er fark etmez. Kendini Türk hisseden herkes şartlar ne olursa olsun bu görevi yine yerine getirecektir. Kimse de kendini milletin üstünde görüp, milletin değerlerini pazarlamaya cüret edemez. 30 yıldır terör tabii bitmez. Eğer bir ülkede devletin Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen bir Kürt-İslamcı “Federasyon kuralım”, Başbakanlığa kadar ulaşan bir diğeri “Kürtlerin gücü yeterse bağımsız olabilirler” diyorsa, eski MİT’çileri Türklüğü Anayasa’dan çıkarmayı, İçişleri eski Bakanı PKK’lıları ovaya indirmeyi öneriyorsa, kimse teröre ve bölücülüğe karşı Türk milletinin ve Ordusu’nun mücadelesini suçlayamaz. Bu koşullarda bile 30 yıldır bu vatanı korumuşuz demek ki 1000’lerce yıl koruruz.
|
İçimizdeki PKK’lılar
Admin- Admin
- Mesaj Sayısı : 1196
Kayıt tarihi : 15/07/06
Character sheet
Field1: 2
- Post n°1